2024
GÖCEBE İLE BİR KÜBA MASALI
Küba, gruptaki 40 kişinin tamamı için o kadar cazip, o kadar esrarengiz bir ülkeydi ki, hiçbir tur bu kadar merak ve heyecanla beklenmemişti. Organize neredeyse sekiz ay öncesinden başlanmış, her şeyi tek tek gözden geçirerek büyük bir özveri ile hazırlamıştım.
Grup oldukça dinamik ve renkli insanlardan oluşmakta, giyecekleri kıyafetlere kadar her şeyi hazırlamışlardı. Bir hafta kala valizler yerleştirildi. 1 Şubat tarihini iple çekiyorduk.
30 Ocak Salı günü telefonuma Küba grubundaki bir misafirden mesaj geldi. Mesajda, havalimanlarında güvenlik personelinin grev yapacağı yazıyordu. Biraz araştırdım ama kayda değer ciddi bir bilgi bulamadım.
31 Ocak sabahı erkenden tekrar araştırdığımda durumun ciddi olduğunu anladım. Ancak bu kadar ani grev hiçbir zaman olmamıştı Almanya’da. En azından birkaç gün önceden uyarı yapılırdı. Hemen uçacağımız şirketimiz olan Condor’un internet sitelerine girdim araştırmaya başladım. Durum çok karmaşıktı. Condor şirketi de grevin olabileceğini, uçuşların iptal olabileceğini vs. yazıyor, ancak sis perdesini hiçbir şekilde aralayacak net bilgileri vermiyordu. Bir anda sanki kaynar sular döküldü üzerime. Kafamdan olası tüm senaryoları geçirmeye başladım. Ya uçamazsak ne yapardım. İnsanlar aylardan beri bu turu beklemişlerdi, tüm hayalleri suya düşecekti. Bununla da kalmayacaktı tabii. Çünkü Küba’da gerekli tüm ödemeleri yapmıştım. Eğer uçuş iptal olursa kime derdimi anlatabilirdim, ödemiş olduğum paraları geriye almam imkânsızdı. Bütün bunları düşündükçe her şeyin sadece bir kâbus olmasını istiyordum. Ama her şey gerçekti.
Hemen vakit kaybetmeden Condor’a ulaşmaya çalıştım ama sadece yardım hatları üzerinden ulaşmak mümkün olduğu için bir saate yakın beklemek gerekiyordu. Bir yandan kendim ulaşmaya çalışırken diğer taraftan oğlum ve kızıma da rica edip onlarında aranmasını söyledim. Saat 11’e doğru yardım hattı üzerinden ulaşabildiğim bir kişi, bana uçmak için tek şansımız olduğunu ve bu şansın 31 Ocak akşamı saat 18:00’de havalimanında olup en geç saat 22’ye kadar Check in işlemlerini yapıp güvenlik kontrolünden geçmek olduğunu söyledi. Zira saat 22:30’dan itibaren güvenlik personeli greve başlayacaktı. Hemen apar topar gruba bilgi geçtim ve herkesin ne yapıp edip saat en geç 20’de havalimanında olmasını söyledi. Hamburg’dan tren ile gelecek tek yolcumuz olan bir bayanı daha önceden arayarak hemen çıkmasını, tren garına gelerek hareket etmesini söyledim. Grup gerçekten tüm talimatlarıma uydu. Saat 20 sularında Check in işlemlerini son yolcumuzda tamamladı. Hepsini güvenlik kontrolüne gönderdim. Ancak Hamburg’dan gelecek olan bayan yoktu. Sonradan öğrendim ki aktarmalı diye saat benim söylediğim trene değil, birkaç saat sonra hareket eden trene binmiş. Yetişmesi çok zordu ama bir ümit ile beklemeye başladık.
En son olarak ben de güvenlik kontrolüne gittim. Dünyanın her tarafına direk bağlantıları olan Avrupa’nın en işlek Havalimanında in cin top atıyordu sanki. Bekleme salonuna geçtik ve oturduk. Yaklaşık 13 saat beklememiz gerekiyordu. Tek iyi olan tarafı, salonlar çok geniş, herkese oturacak koltuk mevcut ve tuvalet ihtiyacı için her şey vardı. Grup kalabalık olduğu için gruplar halinde uzun uzun sohbet ettik. Küba’ya giden bir Türk grubu daha vardı. Onlarla da sohbet ettik. Gece saat 24’te eşimin ve gruptan bir kişinin daha doğum günü vardı, küçük bir kutlama yaptık. Bu arada
Hamburg’dan gelecek olan bayanın uçamayacağı kesinleşmişti. Havalimanına ulaşmış ancak güvenlik kontrolünden geçememişti. Onun dışında sadece bir yolcumuz sabah uçağı ile Münih’ten gelecek, ancak Münih’te grev olmadığı için bir tehlike söz konusu değildi. Çoğu kişi koltuklara uzanıp uyumaya çalıştı. Ben de kafamda bin bir çeşit senaryolar kurarak sabahı yaptım. Sabah olduğunda artık uçağımızın havalanacağından hiçbir şüphe kalmamıştı.
Bayanlar hazırlıklı gelmişler. Firdevs Hanımın öncülüğünde Havalimanında oldukça zengin bir kahvaltı sofrası hazırladılar. Kahvaltı yaptık. Bu arada Münih uçağı indi ve son yolcumuz Nalan Hanım da aramıza katıldı.
Uçak yanaştı ve bekleme salonundan içine girdik. Şanslıydık, çünkü çok kişi uçamadığı için neredeyse her yolcuya iki koltuk düşüyordu.
11 saat sürecek olan uçuşumuz için havalandık. Çok uzun bir süre olsa da kalabalık bir grup olduğumuz için zamanın nasıl geçtiğini hiç anlamadık.
Oturmaktan sıkılanlar biraz uçağın içinde dolandı, gruptan diğer katılımcılar ile sohbet, yemek, biraz uyuma vs. derken aşağıda Bahama Adaları göründü. Cam kenarında oturanlar heyecanla aşağıyı seyrederken, koridor tarafında oturanlar ise boyunlarını uzatıp bakmaya çalışıyor, yorulunca tekrar dönüyorlardı. Başkent Havana’ya indiğimizde yerel saatler 17:35’i gösteriyordu.
‘’İNSAN GÖZÜNÜN GÖRDÜĞÜ EN GÜZEL YER’’
1492 yılında Küba’ya ayak basan Kristof Kolomb, önce adayı gezmiş ve bu cümleyi not düşmüştü günlüğüne. Gerçekten de daha Havana semalarında uçak inerken muhteşem doğa ve bitki örtüsü Kolomb’un yazdıklarını doğruluyordu.
Havana Küba’nın başkenti olmasına rağmen Havalimanı’na inince şaşırdık.1975-80 yıllarının Türkiye’sini andırıyordu. Bizim şu an Anadolu’daki Gaziantep, Şanlıurfa Havaalanları belki daha büyüktür. Memurların çalışma sistemi ise hakikaten şimdinin Avrupa’sından 50 yıl geride. Havaalanında valizleri aldığımız noktada turumuzun Havana’daki operasyonunu yürüten görevli bir bayan bizleri bekliyordu. Herkes valizini aldı, alanları kapının önüne gönderdim. Tüm valizler geldi, benimki hariç. Görevlilere sorduk, araştırdılar ama nafile. O esnada bizden biri kapıdan bize doğru bağırdı, meğer benim valizi eşim almış.
Dışarıya çıktığımda grup otobüse doğru yürümüştü. Ben de otobüsün yanına geldim. Kırmızı gömlekli ince yapılı sarışın bir adam yanıma geldi ve elini uzattı.
Tur boyunca bizlere eşlik edecek olan rehberimiz Kay idi. Kay, otuz yılın üzerinde Küba’da yaşayan ve Kübalı bayanla evli bir Alman’dı.
Havana’da 4 yıldızlı Miramar Otel’e yerleştik. Otel’e geldiğimizde doğal olarak herkes çok yorgundu. Bazıları hemen odasına çıkmak isterken bazıları da yemek için resepsiyonda rehberin yardımları ile restoran hakkında bilgi alıyorlardı. O esnada Resepsiyonun karşısındaki barda genç bir kız Türkçe eser okumaya başlayınca grubun çoğunluğu oraya yığıldı. Laura Maria isimli bu genç kız o kadar başarılıydı ki, Keman başta olmak üzere en az 5-6 enstrümanı çalabiliyor, Türk Sanat Müziği eserlerini bile inanılmaz bir başarı ile icra ediyordu. Bizimkiler de kendisine eşlik edip güzel bir zaman geçirdik. Sanırım uzun zamandır bu kadar bahşiş almamıştı. Tabi bizim ekipten bazıları kendisini Almanya’ya götürmeyi bile teklif ettiler. İlk günü böylece tamamlayarak herkes odasına çekildi.
2 Şubat 2024
Sabah kahvaltı salonuna indiğimde gruptan bazıları büfede kendilerine uygun yiyecek bir şeyler arıyorlardı. Doğal olarak Küba tamamen farklı bir yemek kültürüne sahip olduğundan bizim damak zevkimize uygun yiyecekleri seçmek gerekiyordu. Saat 9’da otelden klasik Havana turumuzu yapmak üzere ayrıldık. Otobüsümüz 45 kişilik, Avrupa’daki otobüslere benzemeyen tuhaf bir araçtı. En önde bulunan ilk sıradaki dört koltuk neredeyse yarım metre yüksekte olduğu için ikinci sıradan itibaren diğerlerinin ön camdan bir şeyler görmesi mümkün değildi. Büyük araç olmasına rağmen tek kapısı vardı ve bu durum iniş ve binişlerde oldukça zaman alacaktı. Daha sonra anladık ki tüm otobüsler aynı ve boyutları değişik olsa da aynı plan ve aynı renk. Komünist bir ülkede olduğumuzun farkına varmaya başlamıştık.
İlk olarak Havana devrim meydanına geldik. Oldukça geniş ve güzel bir meydan. Girer girmez ilk olarak Ernesto Che Guevara ve Fidel Castro’nun duvarlara işlenmiş dev portreleri göze çarpıyor. Bu meydan aynı zaman da turistleri gezdiren Antik Amerikan arabalarının son durak noktası. Grup üyeleri bu arabalarla bolca fotoğraf çektiler.
Şehir turumuza devam ederken Del Puerto caddesinde bulunan Atatürk büstünü ziyaret ettik. 1994 yılında Heykeltıraş Metin Yurdanur tarafından yapılan heykelin önünde hep birlikte istiklal marşını okuduk ve fotoğraf çektik. Eski Havana sokaklarında yürürken en çok dikkatimizi çeken, rengarenk ve sürekli dans eden insanlar.
Tabi bu arada dikkatli olmak da gerekiyor çünkü neredeyse hepsi fotoğraf çektirmek istiyor ve karşılığında para istiyordu. Zaman zaman yanımıza yaklaşan genç adamlar para bozmak istiyorlardı. Rehber’e döviz kurları ve nerede nasıl para bozmamız gerektiğini sorduk. Cevap çok ilginçti ve bugün dahi anlayabilmiş değilim.
Devlet bankasında 1 Euro karşılığı 127 Peso, yani Küba parası alıyorsunuz ama sokak ve restoranlarda para bozan karaborsacılar size 1 euro karşılığında 280 peso veriyordu. Baştan çok tereddüt ettik ama rehber güvenebileceğimizi söyleyince bozdurduk ve tur bitimine kadar da hiçbir sahte para ile karşılaşmadık. Sanırım bu bir tür kara para aklama idi.
Öğle yemeğimizi almak için İspanyollardan kalma tarihi bir binanın içindeki restorana girdik. Bizim damak tadımıza en uygun olan tavuk menüyü seçtik. Önden de atıştırmalık bir şeyler geldi. Salata olarak beyaz lahana vardı. Yemekten sonra hediyelik eşya satılan büyük bir çarşıya gittik. Fiyatlar, ne tutturabilirlerse. Pazarlık kesinlikle yapmak gerekiyordu. Alışveriş sonrası yine şehrin başka güzel bir meydanı olan Plaza Vieja’ya geldik. 2016 yılında ünlü şarkıcı Madonna 58. Doğum gününü bu meydandaki bir Kafe’de kutlamıştı. Hep birlikte oturduk.
Sipariş alınana kadar bayağı bir zaman bekledik. Bu esnada yanımıza gelen bir karikatürcü beş dakika içerisinde masalarda oturanların karikatürlerini oldukça profesyonel olarak çiziyordu. Burada güzel bir vakit geçirdik ama sadece hesabı ödememiz kırk beş dakika sürdü. Komünizm rejiminin olumsuz yönlerinden birini daha yaşamış olduk. Çalışanların hiçbir şey umurunda değil....
Akşam otele geldiğimizde içecek vs. almak için rehberin tarif ettiği bir süper markete gittik. Tam kapanmak üzere olduğundan kapıda duran bekçi geri çevirmek istedi, kendisine 200 peso vererek razı ettik ve hızlıca içeri girdik.
Süper market dedikleri, içerisinde su, kendi ürettikleri bir çeşit kola ve konserve çeşitlerinin bulunduğu bir dükkândı. Su alarak otele geldik.
3 Şubat 2024
Sabah 08:30’da otelden ayrılarak adanın batısına doğru hareket ettik. Bir süre yol aldıktan sonra şehirden çıktık ve rehberimiz Kay biraz sonra Otobana çıkacağımızı söyledi, hatta trafik sıkışıklığı falan olabileceğini söyleyince bazıları burada da mı? der gibi suratını buruşturdu. Az sonra otobana çıkınca hepimiz şaşırdık. Otoban dedikleri eski duble yollardan farkı yok, ancak yol boyunca yayalardan tutun da, at arabaları ve her cinsten hayvanı görmek mümkün. Yolda yer yer öyle bozukluk ve çukurlar var ki, sanki Traktör ile gidiyorsunuz. Ancak yol güzergahı boyunca sağlı sollu, coğrafya o kadar güzel ki yolun bütün olumsuzluklarını unutturuyor. Palmiye ağaçlarının her türlüsünü görmek mümkün. Toprakları çok verimli ve nemli bir ülke olduğundan, her taraf yemyeşil, adeta taşın içinde bile ağaç çıkmış. Rehberin anlattığına göre kamışlar günde ortalama 50 cm. büyüyebiliyor. Hani derler ya, toprağa parmağını soksan filizlenecek, onun misali. Yolda ilerledikçe zemin daha da bozulmaya başladı, adeta tarlada gidiyorduk. Üç saatlik zorlu ama neşeli bir yolculuğun ardından Pinar Del Rio’ya ulaştık. Pinar, fıstık çamı anlamına geliyormuş. Hakikaten Pinar Del Rio’ya doğru yaklaştıkça her taraf fıstık çamı ağaçları ile kaplıydı. Otobandan çıkarak Pinar Del Rio’ya bağlı olan Vinales’se doğru yöneldik. Vinales, Küba’nın en önemli tütün üretilen bölgesi. Burada üretilen tütünden yapılan Purolar dünyanın en kaliteli Puroları ve yer yer tanesi 200€’ya kadar alıcı buluyor. Ayrıca bu bölgede oldukça turist çeken ve kasabanın adını taşıyan derin bir çöküntü/vadi bulunmakta, Vinales Vadisi. İlk olarak bu vadiyi kuş bakışı görebileceğimiz bir seyir tepesine çıktık. Önce gruptan Nuray isminde bir misafirimizi indirdik araçtan. Yolun bozukluğundan dolayı başı dönmüş ve sürekli istifra etmişti. Yüzünü soğuk su ile yıkadık, biraz kendine geldi. Seyir tepesinden vadiyi seyretmek, geride bıraktığımız zorlu yoluculuğa kesinlikle değerdi. O kadar güzel ki, sanki balta girmemiş ormanların içerisindeydik.
Tepede bulunan bir barda taze Hindistan cevizini kesip güzel kokteyl yapıyorlardı. Ayrıca yine Hindistan cevizi aromalı ve sütlü güzel bir kokteyl vardı.
Burada herkes güzel fotoğraflar çekip doğayı seyretti. Vadiye doğru hareket ederek tütün tarlalarına geldik. Otobüsten inerek güzel bir yürüyüş ile küçük bahçelerin, tarlaların arasından geçerken etraftaki küçük evler, önlerindeki küçük baş hayvanlar, onlarla ilgilenen insanlar, gruptaki herkesi mutlu ediyordu. Bir tütün tarlasına geldik.
Kapıda son derece sempatik ve ağzı iyi laf yapan kırk yaşlarında bir genç adam karşıladı.
Eski kovboy filmlerindeki Meksikalıları andıran bir tip. Gruba tütün yaprağının tarladan kesilip puroların sarılmasına kadar her şeyi aşamalı olarak güzel bir şeklide anlattı ve isteyen herkesin ağzına bir puro verdi. Tabi ardından güzel de satış yaptı. O kadar güzel anlattı ki, sigarayı ağzına hiç almamış olanları bile heveslenirdi. Nitekim hayatında hiç sigara içmeyenler bile yaktı, hatta bir kişinin başı fena halde döndü. Tabi ben de bir tane yaktım.
Öğle yemeği için nehir kenarında bir restorana geldik. Restoran, Küba mutfağına özgü yöresel yemekler sunan bir mekân. Rengi neredeyse siyaha dönmüş bir pirinç pilavı ve tavuk geldi. Muhtemelen kullandıkları baharat sayesinde pilav bu koyu rengi almıştı.
Ne olduğunu çıkartamadım ama yemeğin tadı gayet güzeldi. Yemek sonrası yanımıza gelen müzisyenler güzel müzik yaptılar, oldukça eğlenceli bir öğle yemeği oldu. Restorandan çıktıktan sonra yine yürüyerek dağın eteğine doğru ilerledik. Burada dünyaca ünlü Kızılderili mağarasına girecektik.
Mağara 1923 yılında keçisini kaybeden bir köylü tarafından tesadüfen keşfedilmiş. Doğa harikası bir yer. Girişten yaklaşık 700 m. Yürüdükten sonra bir nehrin kenarına geliyorsunuz. Bu nehir, dağın altından ilerliyor ve 1 km. mağaranın içinden geçiyor. Buradan kayıklara binerek mağarayı keşfetmeye devam ettik. Başka bir çıkışta kayıklardan indik. Grubun yarısı bizden önce inmiş ve Kübalıların danslarına eşlik etmeye başlamışlardı bile.
Hemen yan tarafta iri bir Boğa üzerine binip resim çektirmek isteyenleri bekliyordu. Ben de bindim. Tabi grubun neşesi Nurşen de binmeden olmazdı. Boğanın üzerine iki üç kişi yardım ederek onu da bindirdik.
Pinar Del Rio’ya doğru Havana’ya gitmek üzere yola çıktık. Vinales kasabasını geçip vadi içerisinde yaklaşık beş dakika ilerledik. Murad de la Preshistoria olarak bilinen, insan yapımı en büyük yağlı boyaya tablosuna ulaştık. Vadideki dağın yamacında kocaman kaya parçası üzerine çizilen resim. Bu çalışma 1961 yılında Leovigildo Gonzales tarafından yapılmış, evrim teorisini anlatan resimler.
Konum olarak çok güzel, doğa harikası. Yan taraftaki Bar’da Türk bayrağı da asılı olunca bizimkiler hemen oraya gidip Kokteylleri sipariş ettiler. Güzel fotoğraflar çektik ve ardından yola koyulduk. Geri dönüş yolculuğu sanki daha kolay geçti. Belki de yolculuk esnasında herkes gün boyunca çektiği güzel fotoğraflarla meşgul olduğundan olabilir. Saat 20:15’te yorgun ama güzel anılarla otelimize ulaştık.
4 Şubat 2024
Sabah kahvaltıya indiğimde herkes rengarenk giyinmişti. Çünkü bugün 1950-58 model antika Amerikan arabaları ile benzersiz Havana turumuzu yapacaktık. Herkes çok mutluydu. Kahvaltı için büfeye gittim. Taze yumurta pişirilen noktada çok kuyruk vardı. Kızartılmış biberlerden ve biraz da meyve aldım. Küba’da her öğün yöresel tropik meyveler bulunuyor ve özellikle ananaslar harika.
Otelin önüne çıktık ve rengarenk arabalar gelmeye başladı. Toplam 15 araç kiralamıştık. Herkes araçlara bindi ve korna çalarak hareket ettik. İnanılmaz güzel bir duyguydu. Bir müddet şehir sokaklarında konvoy halinde gezdik. Zaman zaman yapılan sollamalar bu turun en güzel anlarıydı. Bir alanda park edip verdiğimiz fotoğraf molasından sonra turumuza devam ederek devrim meydanına geldik.
Abartısız en az 80-100 eski model antika araba vardı. Bu arada grup o kadar şanslıydı ki, biz turumuzu bitirip otobüse bindikten 10 dakika sonra bardaktan boşalırcasına yağmur yağdı. Tropik iklim olduğu için çok değişken olabiliyor hava. Eğer tur esnasında bu yağmur yağsaydı ne yapardık sorununu herkes kendine sordu sanırım. Yağmur biraz hafifledikten sonra devrim müzesine gittik. Müze tadilattan dolayı kapalıymış. Bahçede bulunan bölümü gezdikten sonra Arnesto Che Guevara’nın müzeye dönüştürülen evine gittik.
1970'te müzeye dönüştürülen bu bina, Havana Kalesi ile İsa Heykeli arasında yer alıyor. Che'nin 3 Ocak 1959'da muzaffer şekilde Havana'ya girdikten sonra kaldığı ev. Havana'nın askeri komutanlığını üstlendiği için 1959 yılı mart sonuna kadar burada yaşamış.
Daha sonra öğle yemeği için kalenin içinde bulunan güzel bir restorana geldik. Yemekte önce çok farklı ama tadı çok güzel bir çorba geldi. Ana yemek olarak Levrek balığına benzeyen lezzetli bir balık yedik.
Ardından Havana’nın eski yoksul bir mahallesi olan Jaimanitas’a gittik. Burası tüm evlerin kırık mozaik çiniler ile kaplandığı enteresan bir yer. 1975 yılında Fuster isimli sanatçı tarafından önce kendi evinde başlatılan tarz, sonrasında civardaki evlerin sahipleri tarafından da benimsenerek evlerine uygulanmış.
Otele döndüğümüzde saat 15:30’du. Grubun bir kısmı Havana eski şehir merkezine inmek istedi. Bir kısmı otelde kalırken, diğerlerde Okyanusun kenarındaki kafe ve restoranlara gitti.
5 Şubat 2024
Havana’dan ayrılarak adanın doğu tarafına doğru hareket ettik. Gideceğimiz yer Trinidad. Yol üzerinde Cienfuegos’a uğradık. Cienfuegos, yemyeşil doğa ve zengin tarım arazileri arasında yer alan bir liman kenti. 1819 yılında Fransız göçmenler tarafından kurulmuş, sanata ve kültüre aşırı önem veren bir şehir. 2005 yılında UNESCO’nun koruma listesine alınmış. Biz tarihi merkezine, yani eski şehre gittik. Merkez semtin ismi de Cienfuegos.
İlk olarak Tomas Terry Tiyatrosu’nu ziyaret ettik. Tiyatro, Venezuelalı sanayici Tomas Terry’yi onurlandırmak için 1887 ve 1889 yılları arasında yapılmış. Özellikle altın işlemeli mozaikler dikkat çekici. Daha sonra şehir sokaklarında biraz yürüdük. Her 10 metrede önümüze puro satmaya veya para bozmaya çalışanlar çıkıyor, bazen aşırı ısrardan dolayı rahatsız olanlar oldu. Öğle yemeğini Karayipler denizinin kenarında, tarihi, otantik bir binada ve her zaman olduğu gibi yine canlı müzik eşliğinde aldık. Kübalılar anadilinden önce müzik öğreniyor sanırım. Grubumuzu tekrar toparlayarak Trinidad istikametine yola devam ettik.
Küba’nın merkezi şehirlerinden olan Sancti Spiritus’a bağlı bir kasaba olan Trinidad, 1514 yılında İspanyollar tarafından kurulmuş, şehirleştirilmeye başlanmış ve hem şeker hem de köle ticareti açısından Karayip Adaları’nın en güzel noktaları arasında. “Yaşayan Müze" olarak tanımlanan bir yer. Bize hep anlatıldığına göre gerçek Küba’yı yaşamak isteyen muhakkak Trinidad’a gitmeliydi. Bu heyecanla yine büyüleyici coğrafyayı seyrederek Trinidad’a geldik. Otelimiz, tam Karayipler denizinin kenarında müthiş bir konumdaydı.
Karşıdan görünce herkes büyük bir sevince büründü. Çünkü otel sadece iki katlı bungalov evlerden oluşmakta ve geniş bir alana yayılıyordu. Ortada büyük iki adet havuz vardı. Karayipler denize desen dünyaca ünlü güzel bir denizdi. Heyecanla herkesin oda anahtarlarını dağıttık ve gönderdik. En sona tabii biz kaldık. Tam resepsiyondan hareket etmiştim ki, asık suratlar ile bizim gruptan bazılarının resepsiyona doğru yürüdüklerini gördüm. Birçoğunun geçerli sebebi vardı. Örneğin havluları yoktu, duşlar son derece eski, sıcak su akmıyordu.
Bazıları ise kayda alınmayacak sebeplerdi, neymiş, odaları alt kattaymış. Yaşadığım o an turun en zor anıydı. Çünkü büyük ümitlerle gelmiştik ve 4 yıldızlı bir oteldi, nasıl böyle olabilirdi. Rehber ile birlikte resepsiyonda elimizden geldiğince önemli eksikleri gidermeye çalıştım. Bu arada ben hemen rezervasyonlarımızı yapan Küba şirketini arayarak durumu bildirdim, en azından sıcak su sorunun çözülmesini rica ettim. Neyse ki, saat süren sıkıntılı bir sürenin ardından herkesi yerleştirdik. Daha sonra öğrendik ki bu gibi eksikler burada gayet doğaldı. Bu bölgeye gelecek olanların bunlara hazırlıklı olması gerekiyordu. 5 yıldızlı bir otelde dahi elektrik kesilebiliyor, sıcak su olmayabiliyordu. Akşam yemeği öncesi herkes odasına yerleşmiş, birazda etrafı keşfetmişti. Gerçekten otelin konumu o kadar güzeldi ki, diğer olumsuzlukları bir nebze de olsa kapatıyordu. Akşam yemeğini restoranda yedik. Bize yabancı bir mutfak kültürü olsa da yeterince çeşit vardı, özellikle taze meyveler çok güzeldi. Akşam otelin Disco’sunda herkes çok eğlendi.
6 Şubat 2024
Bugünü serbest olarak geçirmek üzere planladığımız için herkes sabah istediği zaman kalkmakta serbestti. Erken uyandığım için deniz kenarına gidip etrafı kolaçan ettim. Bir gün önceki dalgalar sakinleşmiş, turkuaz renkli harika bir deniz vardı. Sabah kalkınca duşu açtım, hala sıcak su akmıyordu. Yine birçok kişiden şikâyet duyma endişesi ile Restorana doğru yürüdüm, bizim ekipten bazıları gelmiş ve kahvaltı yapıyorlardı. Kahvaltı menüsü oldukça zengin. Papaya, mango ve ananas gibi bol meyve var. Kahvaltıda verdikleri kahve hoşuma gitmedi, aşırı acı ve farklı bir tadı var. Her şey dahil konsepti olduğu için resepsiyonun yanındaki Bar’a gidip kahve içeyim dedim ama bir fark yoktu. Odama gidip yanımda getirdiğim Nescafe'nin ikisi bir arada olan sütlü kahvesini getirdim. Garsondan sadece sıcak su isteyince şaşırdı, ne yapacağımı sordu. Elimdeki küçük paketi gösterdim, pek anlayamadı. Suyu verdi ve kahveyi içine döküp karıştırdım, koklaması için uzattım. Daha 10 cm burnuna yaklaştırınca kahve kokusu o kadar hoşuna gitti ki, şaşkınlığı gözlerinden okunuyordu. Tekrar odama gidip iki paket kahve ve iki paket çikolata getirip iki çalışana verdim.
Havlumu alıp plaja gittiğimde gruptan bazıları da yerlerini almışlardı. Az sonra Seraç ve Mehmet geldi. Cienfuegos'ta satıcılardan aldığımız purolardan birer tane yaktık. Karibik denizinin suyu mart ayının başında olmamıza rağmen gayet güzel, insanı üşütmüyordu. Uzun süre suyun içinde kaldık. Birçoğu uzun sahilde yürüyüşler yaptı. Sahilde altı dalgalar tarafından oyulmuş, bütün kökleri meydana çıkmış bir yaşlı ağaç en çok ilgi çeken görsel oldu. Deniz kenarında Hindistan cevizinden kokteyl satanlar, masaj yapanlar, bir şeyler satmaya çalışanlar vs. her şey vardı. Öğleden sonra saat 15 gibi gruptaki erkek arkadaşlar plaj voleybolu oynamak istediler. Lokman resepsiyona topu almaya gitti. Atattığına göre resepsiyondaki çalışan, önce amirime sormam gerekir deyip odaya girmiş, çıkınca da saat 16'da vereceklerini söylemiş, sebebini hala anlayabilmiş değiliz. Saat 16'da topu aldık ve maç yaptık. Kanadalı bir adam da aramıza katıldı. Güzel bir günü daha bitirdik. Akşam yemeğinde her zaman olduğu gibi tuz sıkıntısı vardı. Kübalılar yemeklere çok az tuz atıyor. Masalarda tuzluk falan yok. Tuz isteyince mutfaktan tabağın içinde geliyor ve herkes eliyle bir tutam alıp yemeğine atıyor.
7 Şubat 2024
Trinidad eski şehir merkezine gitmek üzere otelden ayrıldık. Şehrin yan sokaklarından birinde bir atölyeye uğradık. Burada bizim Kapadokya’da olduğu gibi topraktan çömlek ve çeşitli hediyelik eşyalar yapılıyor. Küçük alışverişler yapıp biraz vakit geçirdikten sonra şehir merkezine biraz daha yaklaşarak otobüsten indik.
Trinidad sokakları oldukça kalabalık, grubu dağılmamaları, çantalarına, cüzdanlarına dikkat etmeleri konusunda uyardık. Rehberimiz Kay ile birlikte birkaç noktada durup anlatım yaptık. Daha sonra bir pazar yerine geldik ve serbest olarak grubumuzu dağıttık. Gerçekten söylenenler kadar varmış. Gerçek Küba’yı yaşamak isteyen Trinidad'a muhakkak gelmeli. Sokaklarda at arabaları, eski Amerikan arabaları, bisiklet taksiler ve tabii köşe başlarında canlı müzik yapanlar.
Birçok kişi bu eğlencelere dahil oldu. Öğleye doğru tekrar toplandık. Rehberimiz Kay bize bir yerde baldan yapılan bir kokteyl ısmarlama sözü vermişti. Otantik güzel bir Kafeye geldik. İçerisi oldukça kalabalık ve yine canlı müzik vardı. Farklı bir sunum ile herkese kokteyller dağıtıldı. Grup rehber ile birlikte 40 kişiydi. Hakan Abi’ye kokteyl gelmemiş. Rehber ne kadar istediyse de bardan 40 adet kokteylin çıktığını söyleyerek vermediler. Çok tuhafıma gitti. Bir kokteylin lâfı mı olurdu. Neyse Bar'a gidip parasını ödeyerek bir kokteyl daha alıp Hakan Abi’ye verdim.
Öğle yemeğini otelin restoranında aldık. Sabah ve akşam yemeklerindeki salata büfesi çok zengin, çok beğendim. Tek tek incelenirse hep sağlıklı bitkiler. Ayrıca domatesi genelde yeşil olarak tüketiyorlar, baştan tuhaf geldi ama tadı hiç de fena değil.
Öğleden Sonra yine herkes kendi isteğine göre takıldı. Akşam bazıları Trinidad şehir merkezine canlı müzik dinlemek için giderken, diğerleri otelin diskosunda eğlendiler.
8 Şubat 2024
Uzun ve maceralı bir güne uyanarak Trinidad’dan hareket ettik. Santa Clara’ya doğru yol alırken Deniz seviyesinden bir hayli yükseldik. Yol boyunca sık ormanlıklar ve çok değişik ağaç türleri ile kaplı olan Doğa son derece etkileyiciydi. Yukarıda sürekli dolanan Leş Kargaları dikkatimizi çekiyor. Zaman zaman Kahve ağaçlarının olduğu bahçeler ve şeker kamışı ile kaplı tarlalardan geçtik.
Telefonuma gelen bir mesaj moralimi fena halde bozdu. Küba'da otellerimizin rezervasyonundan sorumlu şirketin sorumlusu, Varadero'da kalacağımız otelde kanalizasyonda büyük bir sorun olduğunu ve konaklamanın başka bir otele alınması gerekeceğini yazıyordu. Oysa ben çok büyük ümitler beslemiş, Trinidad'da ki otelin olumsuzluklarını Varadero'da ki otel ile unutturacağımızı bekliyordum. Iyi bir otel bulmaları için ellerinden geleni yapmalarını, aksi halde turumuzun başarısızlıkla sonuçlanabileceğini önemle rica ettim. Aradan yarım saat geçmedi ki rehber Kay beni yanına çağırdı. Küba'da telefonlar zaman zaman çekmediği için bana ulaşamamışlar ve rehberi aramışlar. Kay kulağıma, 5 yıldızlı, Varadero'nun en güzel otellerinden birinde kalacağımızı söyleyince dünyalar benim oldu. Çünkü misafirlerin memnuniyetsizliği beni son derece mutsuz ediyor.
Santa Clara, Küba’nın tam orta kesiminde yar alıyor ve Villa Clara bölgesinin başkenti. Santa Clara’nın en önemli özelliği ise, Küba Devrimi’nde önemli bir rol oynaması ve Ernesto Che Guevara’nın mezarının bu şehirde bulunması. Devrime karşı devlet güçlerini taşıyan tren 23 Aralık 1958'de Havana'dan Santa Clara'ya doğru yola çıkmış ve Santa Clara’nı Blindado semtinde durduğunda, devrim birliklerinin komutanı Ernesto Che Guevara'nın saldırısına uğramış ve teslim alınmıştı.
Bu olay Küba Devrimi’nin kilit noktası olarak Kabul ediliyor. Zira bu olaydan sonra devrimciler yönetimi ele geçiriyor ve Amerikalıları ülkeden atıyor. Trenin bulunduğu yerin tam karşısında yöresel kıyafetler satan bir dükkân vardı. Bazıları tuvalet ihtiyacı olduğu için oraya gidince grubun birçoğu da bu dükkâna girdi, küçük alışveriş yapanlar da oldu. Bazıları neden zaman kaybediyoruz diye şikâyet eder gibi oldu ama tuvalet ihtiyacı olmayan, sıkışmış birinin halinden anlamaz. Bunu kendilerine anlatmaya çalıştım.
Daha sonra Che Guevara’nın anıt mezarının bulunduğu noktaya hareket ettik. Gerçekten bir milli Kahraman’a verilmesi gereken değer verilmiş ve devasa bir anıt yapılmış. Bizim Anıtkabir ile planları benzer gibi. Alt kısımda Che Guevara ve silah arkadaşlarının mezarları ve bir müze bulunuyor. Müzeyi gezip anıtın önünde fotoğraflarımızı çekerek öğle yemeği için hareket ettik. Villa Clara isimli güzel bir otele geldik. Her tarafı Palmiye ve diğer tropik ağaçlar ile kaplı güzel bir otel. Restoranda açık büfe olarak yemeğimizi yedik ve tekrar yola koyulduk.
Varadero’ya doğru yol alıyoruz ama yolda en küçük bir iyileşme yok. Zaman zaman otobüsün girdiği çukurlar uyuklayanları sarsıyor. Ama yol manzarası muhteşem. Varadero’ya 120 km mesafede bulunan Matanzas kasabası yakınlarında bir çiftliğe uğradık. Harika bir yer. Tavuktan tutun da Tavus Kuşu, Tavşan, İnek, birçok çeşit hayvan var. Turistik bir yer olduğu için içeride bir Bar ve tuvaletler var. Doğal olarak yolun bozuk olmasının da etkisiyle birçok kişinin tuvalet ihtiyacı doğduğundan tuvaletlere bir yığılma oldu. Ama tuvalet demeye şahit ister, çok çok kötü. Barın önünde şeker kamışlarının sıkım işlemini gösterdiler.
Kamışlar sıkılıp suyundan hoş bir kokteyl yapılıyor, tadı mükemmel. Kuru gibi görünen kamış sopalarından bu kadar su çıkması benimle birlikte herkesi şaşırttı. Varadero’ya ulaştığımızda saat 18:15’ti. Atlantik Okyanusu’nun hemen kenarında bulunan 5 yıldızlı Selektrion Otel’e yerleştik. Çok güzel bir karşılama oldu. Önce grubumuzu bir toplantı salonuna alıp kokteyl ikram ettiler, ardından otel hakkında tüm bilgileri verirken rehberimiz Kay tercüme etti. Ben de oda kartlarını dağıttım ve herkes odalarına çekildi. Akşam yemeği için Restoran’a indiğimde herkes çok mutluydu. Otel henüz iki yılını bile doldurmamış, odalar geniş ve ferahtı. Hatta restoranın mutfağında çalışan şeflerden ikisi de Türk'tü. Yemekten sonra otelin lobisinde oturup gruplar halinde sohbet ettik,
9 Şubat 2024
Saat 8:15’te Varadero'ya 20 km. mesafede olan otelimizden ayrılıp Yat Limanı’na doğru hareket ettik. Hava parçalı bulutlu, hafif bir rüzgâr vardı. Limanda bizleri bekleyen yetmiş kişilik yelkenli Katamarana gecik. Katamaranlar tek katlı ve yelkenli bir tür deniz aracı. Birbirine birleştirilmiş iki tekneyi düşünün. Ortadan uç tarafına doğru sağlam bir ağ çekilmiş ve denizde yol alırken altınızdaki suyu görebiliyorsunuz. Gideceğimiz yer mükemmel plajlarıyla tanınan Cayo Blanco isminde ıssız bir ada. Okyanusta yaklaşık bir saat yirmi dakika ilerledikten sonra yunus balıklarının olduğu bir akvaryuma geldik. Burada geçirdiğimiz zaman, günün en güzel kesiti oldu. Misafirlerin çoğu yunus balıkları ile sarmaş dolaş oldu. O kadar sevimli ve akıllı bir hayvan ki, misafirleri tek tek yanaklarından öpüp alkışlamaları için davet ediyor.
Daha sonra tek tek sırtına bindirip suyun içinde bir tur attırdı. Herkes çok eğlendi. En çok güldüğüm olay ise misafirlerden Nurşen’in tavırları oldu. Yunus ile yüzmeyi çok istedi, ancak yüzme bilmediği için bizler binmemesini söyledik. Çok üsteleyince gruptan Köksal isminde bir bey, Bir şey olursa ben kurtarırım deyince can yeleğini de giyip yunusun sırtına bindi.
Tam turu tamamlamak üzereyken Nurşen yunusun sırtından suya düştü ve çırpınmaya başladı. Yüzündeki korku net olarak görünüyordu.
Bir yandan çırpınırken bir yandan da Köksal beye haydi artık kurtar beni demesi çok komikti. Köksal bey suya atlayarak kenara çıkardı.
Daha sonra Katamaran ile adaya doğru devam ettik. Turkuaz renkli Okyanus suları muhteşem görüntüler sunmaktaydı. Ada'ya gelince hemen bizim için hazırlanmış olan restorandaki büfeye yürüdük. Yemekten sonra sahile herkes denize girmek veya gezmek için dağıldı. Cayo Blanco'nun deniz kabuğu ve mercan parçalarıyla karıştırılmış, ince beyaz kumlarla kaplı plajları çok güzel. Palmiye ağaçları neredeyse denizin çırpıntısına kadar gelmişler. Bu sahilde kendimi Robinson'un çıktığı ıssız Ada’da gibi hissettim.
Küçüklüğümde ilkokul yıllarında Robinson'un kitabını defalarca okumuş ve kafamda canlandırmıştım. Bu ada sanki ona benziyordu.
Saat 15:15'te adadan hareket ettik. Bulutlar dağılmış, güneş pırıl pırıl, Okyanusun renklerini açığa çıkarıyordu. Dönüş yolculuğu çok eğlenceli geçti. Katamaran yelkenlerini de tam olarak açınca muhteşem görüntüler ortaya çıktı.
Limana girdiğimizde kırmızı gömleği ile rehberimiz Kay bizleri bekliyordu. Kay, Alman olmasına rağmen uzun yıllardır Küba'da yaşamış olmasından olsa gerek, Almanların tipik soğuk tavırlarını üzerinden atmış, sevimli, cana yakın bir insan.
Otele doğru giderken Varadero'ya uğradık. Varadero, Küba'nın en önemli turizm noktalarından olmasına rağmen çok küçük bir yer. Hediyelik eşyaların satıldığı bir sokak pazarında biraz dolaşıp otele döndük.
10 Şubat 2024
Saat 9’da Varadero’ya gitmek isteyenler ile birlikte otelin önünde toplandık. Yaklaşık on beş kişi vardı. Üstü açık olan Turist otobüsü geldi ve binerek Varadero'ya doğru hareket ettik. Sürekli esen bir ılık rüzgâr eşliğinde güzel bir yolculuğun ardından merkeze ulaştık. Yine büyük bir pazarın önünde durduk. Haliyle herkes içeriye daldı. Giyim'den tutun puroya kadar her şeyi bulmak mümkün. Pazarın tam ortasında bulunan bir Cafe'de oturup kahve içtik. Turistik bir yer olduğu için Varadero'da atlı faytonlar oldukça fazla. İki üç fayton ile tur yapalım dedik. Bizim bindiğimiz faytonunun tekerinde bir sorun vardı. Demir tekerleği saran lastik, belirli bir süre sonra yerinden çıkıyor ve her çıkışında bir şekilde tamir ediyordu sahibi. Ama hep geçici tamir. Uzunca bir tur oldu. 3 defa tekerlek tamiri için durmak zorunda kaldık.
Fayton turundan sonra bir müddet daha dolanıp güzel fotoğraflar çektik. Caddelerden geçen her 5 arabadan en az üçü eski antika Amerikan arabası. Fotoğraf karesine, at arabası, antika ve yeni model araba olmak üzere her üçünü de sığdırmak mümkündü.
Otobüs durağına gittik ve otobüs gelince tekrar otele döndük. Öğle yemeği başlamak üzereydi, doğru restorana gittik. Kapı daha açılmamış, önümüzde iki Rus çifti vardı. Kapı açılınca ilk olarak ızgara bölümüne gittik, Ruslar da önümüzde. Mangalın başında duran genç bir Kübalı. Mutfakta çalışanlar çok acemi, işi bilmiyorlar. Balıkları mangalın üzerine döşedi. 14 parça kadar balık pişmeye başladı ama ateş zayıf. Önümdeki Ruslar o kadar görgüsüzler ki, adeta genci bir dövmedikleri kaldı hızlı olması için. Balıklar pişti ve 4 kişi görgüsüzce tüm balıkları tabaklara doldurdular.
Öğle yemeğinden sonra çoğunluk deniz kenarında güneşli havanın ve okyanusun keyfini çıkardı. Bazıları da havuz başında kaldı. Akşam havuz başında otururken puro içmek istedik ama çakmak yok. Karşı masaya bir adam geldi oturdu. Cebinden çıkardığı puroyu özel çakmakla yaktı. Yanına giderek ateşi istedim. Cana yakın, kibar bir insan. Yanına oturup biraz İngilizce, birazda el hareketleri ile anlaşmaya çalıştık. Kendisi Meksikalı ve otelin en büyük menajeriymiş. Purolar hakkında konuştuk. İçtiği puronun 200 dolar olduğunu öğrendik. Akşam gruptan bir kısmı hemen otelin yan tarafında bulunan bir eğlence mekânına gittiler.
11 Şubat 2024
Bugün yine tam gün serbest olduğu için uykuyu sevenler geç uyandılar. Ben her zaman erken uyandığım için lobideki Bar'da kahvemi içtim. O sırada Mehmet geldi birer kahve de onunla içtik. Daha sonra kahvaltı salonuna geçtik. Bizim gibi erken kalkanlar restorana inmişlerdi. Kahvaltıdan sonra havlularımızı alıp deniz kenarına indik, Hava harika, güneş parlak ve deniz sakin. Suyun sıcaklığı çok iyi, insan saatlerce içinde kalabilir. Gruptaki birkaç erkek arkadaş daha yanımıza geldi, yine birer puro yaktık. Biraz sohbet falan derken çocukluğumuz aklımıza geldi. Lokman’ı boğazına kadar gömüp kumlardan mezar yaptık.
Son akşam yemeğinden sonra grubun büyük çoğunluğu lobide toplandık ve uzun süre sohbet ettik. 2 kışını saat 12'de yeni yaşlarına gireceklerdi ama uyku bastığı için beklemeden odama gittim.
12 Şubat 2024
Uçağımız akşam 21:15’te olduğu için Varadero’dan öğle yemeğinin ardından hareket etmeye karar vermiştik.
Kahvaltıdan sonra grubun büyük bir kısmı otelin lobisi ve havuz kenarlarındaki barlarda vakit geçirirken birkaç kişi de son kez denizin ve kumun tadını çıkartmak üzere sahile indiler. Ben de mikrofonumu alarak misafirler ile kısa röportajlar yapıp tur hakkındaki izlenimlerini aldım. Öğle yemeğini restoran açılır açılmaz hep birlikte yedik. Yemekten sonra resepsiyona bıraktığımız valizlerimizi otobüse yükledik ve tam otobüse geçecekken resepsiyondan istediler, gittim. Rehber birkaç odada kahve fincanı eksik olduğunu söyledi, hayret ettim. Demek ki biz odadan çıkar çıkmaz kontrol etmişlerdi. Muhtemelen bizden birkaç kişi kahve taslarını lobiye getirmiş olmalı. Sorunu çözüp hareket ettik. Yaklaşık 1,5 saat yol aldıktan sonra Matanzas kasabasından geçtik. Konum olarak okyanusun kenarında birçok koyları bulunan güzel bir yer. 1628 yılında Hollandalılar ve İspanyollar arasında burada çok büyük bir savaş yaşandığını rehberimiz Kay otobüste anlattı. Matanzas’ı geçtikten sonra etrafa hâkim bir tepede bulunan dinlenme tesisinde mola verdik. Tesisin terasına çıktığımızda her taraf kuş bakışı ayağımızın altında kalıyor. Manzara o kadar güzel ki insan bakmaya doyamıyor. Yeşilin her tonunu, palmiyeler başta olmak üzere her türlü ağacı görmek mümkün. Alt tarafta uzanan derin bir vadi iki dağı ayırıp okyanusa kadar uzanıyor.
Havana’ya ulaştığımızda saat 16’ya geliyordu. Turun ilk günleri geçtiğimiz caddelerden geçerken insanın içine tuhaf bir hüzün kaplıyordu. Merkeze yakın bir yerde otobüsten inerek Plaza Vieja meydanına yürüdük. Madonna’nın yaş gününü kutladığı Kafe’ye gittik. Grubun büyük kısmı yer bulabildi. Gerçekten Küba’da gördüğüm en klas Kafeydi. Hem garsonlar profesyonel hem de beş kişilik orkestra harika müzik yapıyorlardı.
O sırada bizim Mehmet bir Kübalı ile yanımızdan geçti. Nereye diye işaret ettim, bodruma götürmek istediğini ve puro satmak istediğini söyledi. Az sonra bir paket puro ile geldi. Şimdiye kadar aldığımız en büyük purolardı. Meydana yürüyerek toplanma noktasına geldik. Herkes toplandı fakat birkaç kişi pizza sipariş etmişler. Yeni geldiği için paket yapmalarını söylediler. Bir müddet onları bekledikten sonra otobüse yürüdük. Havana havaalanına geldiğimizde valizlerimizi boşaltarak rehber ve kaptan ile vedalaştık. Küba turu şimdiye kadar yapmış olduğumuz en uzun turdu. Buna rağmen kayda değer hiçbir olumsuzluk yaşamadan grubu havaalanına getirebildiğim için çok mutluydum. Valizlerimizi verirken iki kişi Küba vizelerini bulamadıklarını söyledi, biri valizine koymuş ve valizi bagaja verilmişti bile. Çok canım sıkıldı. Ya pasaport kontrolünde sorun çıkarsa ve bir iki kişi uçamazsa ne yapardım. Pasaport kontrolünden geçene kadar kimse farkına varmadı ama soğuk ter döktüm. Neyse ki sorun olmadı, zaten mantıken vize olmadan ülkeye giremezlerdi ve giriş mühürleri vardı pasaportlarda.
Pasaport kontrolünden geçip bekleme salonuna girdik, derin bir nefes aldım. Salon çok küçüktü ve tamamen bizim uçağın yolcuları ile doluydu. Giderken Frankfurt havaalanında gördüğümüz grup yine aynı uçak ile geriye dönüyorlardı ama bizim grup güler yüzlü ve mutlu iken hiç memnun bir halleri yoktu. Az sonra bir bizden İnciser Hanım geldi ve kulağıma yanımda Vizit kartı olup olmadığını sordu. Çantamdan çıkartıp verdim.
Az sonra karşı gruptan yaşlı bir amca gelip o da kartımı istedi. Belli ki organizeden hiç memnun değillerdi ve bizim gruptakilerle karşılıklı izlenimlerini değiştikçe benden gelip kart istiyorlardı. İşimi düzgün yaptığım için sevindim ama onlar adına da aslında üzüldüm, çünkü o kadar para verip sabırsızlıkla bu turu beklemişlerdi.
Uçak yanaştı ve yerlerimize oturduk. Yarım saate yakın bekledik ama hareket etmedi. İnsanlar sıkılınca hosteslere nedenini sorduk. Meğer havaalanında elektrikler kesilmiş. Durum böyle olunca bilgisayar sisteminde aksaklık olmuş Sık yaşanan bir olay olduğunu ve 5-10 dakikaya kadar kalkışa geçileceğini söyledi. Öyle de oldu, havalandık. Uçağın kaptanı yaptığı anonsta 11 saat olan uçuşuşumuzun arkadan esen rüzgârın etkisi ile 9,5 saat olduğunu söyledi. Bir müddet sonra yemek dağıtımı yapıldı ve ardından herkes uyumaya başladı. Ben de bir saat kadar kestirmişim. Uçağın içinde bira dolandım. Yolcuların yüzde doksanı uyuyordu. Tekrar yerime oturdum. Bir müddet tuttuğum notları inceledim, biraz uyumaya çalıştım. Öğle saatlerinde Frankfurt’a indik. Valizlerimizi aldıktan sonra vedalaşma vakti geldi. Herkes 13 gün boyunca o kadar güzel anılar paylaşmıştı ki ayrılık kolay olmadı. Herkes sarılıp kucaklaşarak havalimanından ayrıldı. Turizm gerçekten göründüğü kadar kolay değil, hele ki bizim gibi grup turları yapınca çok daha zor. Bazen o kadar sıkıntılı anlar oluyor ki, kazandığın paraya gerçekten değmez diyorsun. Ama beni en çok mutlu eden bu insanların mutluluklarına tanık olmak, kurulan yeni dostluklara vesile olmak. Bu, para kazanmaktan çok daha değerli.
Ahmet Okan